“Kriz” kelimesinin kökü Hint-Avrupa dilindeki “krei” kelimesine dayanıyor. “Krei” iyiyi kötüden ayırmak anlamına geliyor. Buradan diğer batı dillerine çeşitlenerek yayılmış; kritik, kriter, otokritik, sekreter, sekrosyon, konçerto, konser, kriminal... bu kelimelerin hepsi Hint-Avrupa kökünden batı dillerine, oradan da Türkçe’ye geçmiş.
Eski Yunanca’da “krinein” hüküm vermek, yargılamak, “kriterion” yargılama ölçütü, test, Fransızca’da “critere” ölçüt, Latince’de “cernere” ayırt etmek, yargılamak, İngilizce’de “crime” suçlama, Fransızca “critique” eleştiri, Eski Yunanca’da “kritike” yargılama, Fransızca “crise” buhran, Eski Yunanca’da “krisis” karar, hüküm, hastalığın dönüm noktası anlamlarına geliyor.
Şu halde “kriz” iyiyi kötüden ayırt etme kabiliyetini kaybetme, ölçüyü şaşırma, yönünü yitirme, ölçütsüzlük bunalımı anlamına gelmektedir. “Kriter” iyiyi kötüyü anlayacak ölçütler, “kritik etmek” ise, iyi-kötü analizi yapmak, yani bir şeyin iyi mi kötü mü olduğunu bu ölçütlere (kriterlere) göre yargılamak, eleştirmek manasındadır…
Örneğin “Kopenhag Kriterleri” demek, Kopenhag ölçütleri, iyiyi kötüyü burada geçen kriterlere göre değerlendirmek, yönünü bunlarla bulmak, her şeyi bu ölçülere göre tartmak, eleştirmek demektir. Bu durumda Avrupa Birliği’nin “krizi” de bu ölçütlerin kaybedilmesi, anlamının kayması, başka ölçütlere göre içinin doldurulması, böylece yönün yitirilmesi sonucu ortaya çıkan bunalım demek olur.
“İslam’ın krizi” ne gelince... Müslümanların iyiyi kötüden ayırt edecek ölçütlerini (kriterlerini) kaybetmesi, içini başka kriterlerle doldurması, anlamının değişmesi, ölçüt olmaktan çıkarılması, böylece ölçütsüz, kritersiz kalmak veya başka kriterleri kendi ölçütleri zannederek onlara göre düşünmek ve davranmak demek olur.
Düşünce dünyamızda çeşitli düzeylerde dillendirilen “kriz, bunalım, şok, travma, bilincin yaralanması, geri kalma vs.” kavramlarının anlam örgüsü İslam dünyasının modern çağdaki durumunu ifade için kullanılıyor.
“İslam’ın Krizi” adlı kitabında Bernand Levis yine bu soruna değinerek İslam dünyası üzerine analizler yapıyor. Ona göre İslam dünyasının krizi bizzat “İslam’dan” kaynaklanıyor. Bu din modern öncesi dönemin ürünü olduğu için modern dönemin ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Bu nedenle de kendisine sıkı sıkıya bağlı mensupları üzerinde krize neden oluyor. Bu mantığa göre Müslümanlar bunalıma girmeye mecburlar. Çünkü yedinci yüzyılın dünyasına hitap eden ölçütlerle yirmi birinci yüzyılda yaşamaya kalkmaktadırlar.
Ancak bu makalede “İslam’ın krizi” tabirini, B. Levis’in kullandığı anlamda kullanmıyoruz. İslam’ın tarihteki tecrübesini; Müslümanların, İslam dünyasının krizini kastediyoruz.
Nicedir İslami muhitlerde modernlik karşıtı bir söylemle, İslam’ın krizinin modernlikle karşılaşınca başladığını, İslam dünyasının modern meydan okuma karşısında ölçütlerini yitirdiğini, kendisini modern ölçütlerle doldurarak devamlı kriz ürettiğini, bilincinin yaralandığını, yön kaybına uğradığını, pergelini şaşırdığını, ölçütsüz kalarak iyi-kötü analizi yapamaz hale geldiğini, böylece paradigma değişikliğine uğrayarak bunalıma girdiğini dillendiren söylemlere şahit oluyoruz.
Bu noktada bir “kriz analizi” yapmak gerekmektedir.
Bu analiz batının değil; İslam’ın tarihteki tecrübesinden kalkarak yapılmak durumundadır. Söz konusu olan modernliğin değil; İslam’ın (Müslümanların, İslam dünyasının) krizidir. Modernliğin krizini post-modernistler analiz ediyorlar zaten. Batıdaki modernite eleştirilerini İslam dünyasına taşımak İslam’ın krizini analiz etmek anlamına gelmez. Modernlikten sonra post-modern söylemlere bulunduğumuz yerden katkı sağlamak anlamına gelir.
Bunun için kiriz analizinin modern çağdan önce modern öncesi (klasik) çağlardan başlayarak yapılması gerekiyor. Yani biz Müslümanlar kendi eski çağlarımızla yüzleşmeden modern çağla yüzleşemeyiz. Çünkü modern çağda girilen krizin kökleri eski çağlarda yatmaktadır.
Kur’an’da anlatılan Hz. Süleyman’ın bastonu olayını bu açıdan yeniden okumak gerekir. Hz. Süleyman’ın yaslandığı bastonun çekilmesiyle öldüğünün anlaşılması örneği ile acaba anlatılmak istenen nedir?
Öyle görünüyor ki bu olayı M. Akif’in şu mısraları gayet güzel tefsir ediyor:
‘Gökten gelen bela’ sözünün manası yoktur herzedir
En beyinsizler bile istikbali zira kestirir
Gökten inmez birde hiçbir şey… Bütün yerden taşar
Kendi ahlakı ile bir millet ölür yahut yaşar
Hz. Süleyman ve bastonu dışarıdan gelen bir darbe ile çökmedi. Zaten kendisi içten çökmüştü. Dışarıdan sadece ona dokunuldu. Dokunulunca öldüğü anlaşıldı.
İslam dünyası da modern çağa geldiğinde Hz. Sülayman’ın bastonuna dönmüştü. Çöktüğünün anlaşılması için modernizmin dokunuşu yetti. Bir de bakıldıki dimdik görünmesine rağmen içten içe çökmüş.
Yoksa kendisi içeriden “ceset” haline gelmeyeni kim dış darbe ile yok edebilir? Hz. Süleyman’ın tahtına “ceset” bırakılmıştı yani gücünü ve şevketini kaybetmiş, parlak çağlar geride kalmış, içeriden zaten çökmüştü. Cinlerin (Babilliler) ona dokunması yetti. İşte bunun gibi bizim Babilimiz de modern çağ oldu.
Demek ki kriz analizi yaparken iki yönde ilerlemek gerekmektedir. Önce “temellerin nasıl krize girdiği”, ardından “krizin nasıl temellendirilmesi” gerektiği... Yani önce “bilincin” nasıl yaralandığı, sonra bu “yaranın” neler olduğu. Böylece, hem modern öncesi klasik çağlarla, hem de modern çağlarla iki yönlü bir yüzleşme gerçekleşmiş olacaktır.
Temellerin Krizi
7. yüzyılda derin bir bunalım hali yaşayan Arap yarımadası, Hz. Muhammed’in stratejisi ile yaşadığı krizi aşmıştır. Öyle ki bu hareket insanlık alemini de derinden sarsmıştır. Bir anlamda “çölün yükselişi” veya İbn Haldun’un tabiri ile “Mudar’ın yükselişi” anlamına gelen bu çıkışın önünde durulamamış, kısa sürede iç Asya’dan İspanya kıyılarına kadar her yana yayılmıştır. Hz. Ömer döneminin sonunda hemen hemen bugünkü İslam aleminin haritası ortaya çıkmıştı. 50 yıl gibi kısa bir sürede dünyanın ana kıtası, yani üç kıtanın birleştiği yerler; Afro-Avrasya uygarlık kuşağı denetim altına alınmıştı.
Bu yayılma askeri açıdan bir dizi zaferler silsilesi getirmişse de, siyasi açıdan fethedilen uygarlıkların mirasının da devralınmasını gerektirmiştir. Bir yandan Sasanilerin, diğer yandan Bizans’ın devralınmaya başlanması sürecinde, Hz. Muhammed’den önceki eski dünya alışkanlıklarının İslam dünyasına sızmasına mani olunamamıştır.
Keza dış temasa karşılık, içeride de büyük krizler yaşandığını görüyoruz. Daha İslam’ın ilk yüzyılında Müslümanlar arasında çıkan iç savaşlarda binlerce kişi hayatını kaybetmiştir. Sadece Ali-Muaviye savaşlarında ölenlerin sayısı yüz bini bulmaktadır. İslam dünyası daha ilk yüzyılında karşılaştığı bu fitneyle baş edememiş, kriz fırsata dönüştürülememiştir. Yüz bin rakamını o günkü İslam dünyasının nüfusuyla orantılayıp günümüze uyarladığımızda durum korkunçtur. Tam bir iç savaş, travma ve şok durumu söz konusudur. Bugün İslam dünyasının aydınları ve düşünürleri, yüz bin kişinin hayatını kaybettiği bu trajik ve dramatik tecrübeden ne gibi bir sonuç çıkarılıp çıkarılmadığı üzerinde düşünmek durumunadırlar. Neden bu acı tecrübelerin ardından daha sağlıklı siyasi reformlar gelmemiştir? Neden Sasani ve Bizans’ın köhnemiş kurumları ithal edilmiştir? İslam dünyası bunun hesabını, hem kendi vicdanına, hem de insanlık alemine vermek zorundadır…
Bu çerçevede krizin köklerini tarihsel tecrübe bağlamında siyasî, felsefî, sosyal ve iktisadî olmak üzere başlıca dört bölümde ele alacağız.
1- Krizin Siyasi Kökleri
Krizin kökleri esas itibariyle siyasi tabiatlıdır. Çünkü siyaset hayatın neredeyse tamamını kontrolü altına almış durumdadır. Müslüman bilinçteki bu travma, dışarıdan alınan darbelerle değil; bir “iç kanama” sonucu açılmış derin bir yaradır. Kelamdan fıkha, felsefeden tasavvufa tüm akımları lehte veya aleyhte etkilemiştir. Emevî darbesinin bu dahilî yara üzerine inşa ettiği süreç sonraki tüm asırları etkilemiştir. Bir iktidar bir de ana muhalefet akımı oluşmuştur. Biz bunlara “Sünni Saltanat İdeolojisi” ile “Şii İmamet Mitolojisi” diyoruz. Siyasi kriz bu iki ana akım üzerine bina edilmiş, bunun dışında başka bir yol üretilememiştir. Sonrakiler önemsiz farklarla bunların biteviye tekrarından ibaret kalmıştır.
Bizans’ı Suriye’den devralmaya başlayan Muaviye, iç savaştan galip çıktıktan sonra, krizi temellendirmeye yönelmiştir. Muaviye tarafından temelleri atılan Sünni Saltanat İdeolojisi, dışı Müslüman içi Bizans (ve Sasani) karakteri ile dolu bir dizi askeri tarım imparatorluğuna davetiye çıkarmıştır; Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar bu karakterin devamından başka bir şey değildir.
Muaviye ile başlayan süreç, Medine’de Hz. Peygamber tarafından ilan edilen “adalet devletinin” evrensel değerlerinin adım adım boğulması ve can çekişerek tarihe gömülmesi süreci anlamına gelmektedir. Muayive’nin (Emevi darbesinin) Bizans değerlerine kurban ettiği İslam’ın evrensel siyasi değerleri (kriterleri, ölçütleri) şöylece sıralanabilir;
Muaviye başlıca beş noktada adalet devletini, saltanat devletine veya oligarşik bir dini diktatörlüğe dönüştürmüştür;
Her şeyden önce “adalet” kaybolmuştur. Oysa Medine Sözleşmesi ile temeli atılan devletin temel siyasi belgesinde en çok geçen kelime adalettir. Medine Devleti “adalet” kavramı üzerine bina edilmişti. Bu zedelenmiş, insanlar adaletsizliğin pençesi altında ezilmiştir. Hz. Osman’ın, muhaliflerin sert tedbirlerle üzerine gidilmesi talebi karşısında Hz. Ali’nin “Onlar senin katletmenden ziyade adaletine muhtaçlar...” sözü işin özünü anlatmaya yeterlidir.
İkinci olarak “emanet” ölçütü (kriteri) zedelenmiştir. Mülk ve devlet, halkın, ahalinin veya ümmetin bir emaneti olarak görüleceği yerde, Allah’ın Ümeyyeoğuları’na bir hibesi ve bağışı olarak görülmüş, hatta bunun ezelde takdir edildiği, bu kaderden kaçılamayacağı savunulmuştur. Kader inancı resmi ideoloji ve siyasi doktrin haline getirilmiştir. İktidarın milletin emaneti değil, Tanrı’nın bağışı veya lütfu olarak görülmesi sonraki yılların sultanlarının çok işine yaramıştır.
Üçüncü halife Osman b. Affan’ın istifa çağrıları karşısında; “Bu gömleği bana Allah giydirdi, üç buçuk çapulcu (muhalefet) istiyor diye çıkarmam” anlayışı, İslam dünyasında 1350 küsür yıl boyunca devam eden “siyasanın” karakterini anlamaya yeter de artar bile. 1876 tarihli Osmanlı Kanun-i Esasi’nin 3, 4 ve 5. maddelerinin bu anlayışı anayasal kurum haline getirdiğini görüyoruz. Yani 1350 yıllık “malum” “ilam” edilmiş, yazıya dökülmüştür; “Yüce Osmanlı saltanatı, büyük İslam hilafetine haiz olarak eskiden beri geldiği şekliyle sülale-i al-i Osman’dan en büyük evlada aittir. (mad.; 3) Padişah hazretleri halife olması sebebiyle İslam dininin hamisi ve tüm Osmanlı halkının hükümdar ve padişahıdır (mad. 3). Padişah hazretlerinin mübarek kişiliği (nefs-i humayun) mukaddes ve gayr-i mesuldür… (mad. 4)” Esas itibariyle bu anlayışın Bizans ve Sasani gibi Hz. Muhammed öncesi eski dünyanın tanrı-devlet genlerinden geçtiği apaçık ortadadır…
Üçüncü olarak “ehliyet” ölçütü (kriteri) toprağa gömülmüştür. İş başına gelenlerde aranması gereken bu temel değer hiçe sayılmış, sırf kendi kabilesinden olanlara öncelik verilerek partizanlık yapılmış, devlet Ümeyye kadrolarıyla doldurulmuştur.
Dördüncü olarak “meşveret” ölçütü (kriteri) ayaklar altına alınmıştır. Muaviye, oğlu Yezid’i veliahd tayin ederek Araplar arasında bile görülmemiş bir uygulama getirmiş, Suriye’de devraldığı Bizans genlerini içselleştirmiştir. Tüm İslam tarihi boyunca bu Bizantist genler tevarüs etmiştir. Hz. Ömer’in meşveret girişimi Bizans ve Sasani etkisiyle inkişaf edememiştir. Meşveret saltanata yenilmiştir.
Beşinci olarak “maslahat”, yani iyilik için çalışma kötülüklerle mücadele ölçütü (kriteri) terk edilmiş, devletin manevi temeli ganimetçiliğe kaydırılmıştır...
İslam tarihinde Muaviye’nin siyasi yükselişi, ondan yedi yüz yıl kadar önce Roma’daki Julius Sezar’ın siyasi yükselişine benzemektedir; Julius Sezar, Roma’nın eski bir Patrici ailesine mensuptu. İyi bir eğitim almış ve genç yaşında siyasi kariyerine başlamıştı. Muaviye de Mekke’nin yönetiminde söz sahibi olan Umeyye ailesine mensuptu. İyi bir eğitim almış ve genç yaşında siyasi kariyerine başlamıştı. Julius Sezar, Roma’da kuzeydeki Galya (Fransa, Belçika, İsviçre, Almanya ve Hollanda’nın bazı bölümleri) topraklarının fatihi olarak sivrildi. Muaviye de kuzeydeki Suriye (Şam, Filistin ve Ürdün’ün bazı bölgeleri) topraklarının fatihi olarak sivrildi. Julius Sezar, Galya’nın fethinden sonra yakaladığı karizmayı siyasi geleceği için kullandı. Roma’daki merkezi iktidara isyan etti. Senato güçlerini yenerek kendisini ömür boyu diktatörlüğü getirdi. Muaviye de Suriye’nin fethinden sonra bir daha yerinden sökülemez oldu. Medine’deki merkezi iktidara isyan ederek Hz. Ali’yi tanımadı. Sonunda onu yenerek iktidarı ele geçirdi, ömrü boyunca iktidardan gitmediği gibi kendisinden sonra oğlu Yezid’i veliaht tayin ederek asırlar boyu sürecek (Emevi-Abbasi-Osmanlı) saltanat geleneğini başlattı...
Görülüyor ki bilinçte derin bir yara açılmıştır. İslam’ın temel siyasi kriterleri dumura uğratılmıştır. İyinin ve kötünün ne olduğuna dair bakış açısı Sasani ve Bizans bakış açısına kaymıştır. Ya da, Sasani ve Bizans paradigmaları istikametinde bir kırılma yaşanmıştır. “Halife” libası çıkarılınca altından çıkan Bizans’ın “Sezarı” ve Sasani’nin “Kisrası”ndan başka bir şey değildir. Siyasi temeller burada krize girmiştir. Ölçüler değişmiş, kriterler başkalaşmış, Müslüman bilinç Sasani ve Bizans zaviyesinden siyasete ve devlete bakar olmuştur.
İslam dünyasında şu ana kadar iş bu Sasani ve Bizantist kırılmayla “içeriden” bir hesaplaşma ve yüzleşme yapılamamıştır. Birbirlerini devirenler de tersinden birbirlerini yine-yeniden tekrar etmişlerdir. Sasani ve Bizans siyasi bakış açısı Şiî İmamet Mitolojisi ve Sünni Saltanat İdeolojisi olarak Müslümanın dumura uğratılmış bilincinde hayatını sürdürmektedir. Bu kriz “içeriden” bir inkişaf olmadıkça aşılmış olmayacaktır…
(Devam edecek…)
recepihsan@gmail.com
http://ihsaneliacik.wordpress.com